

İsrail'in BM Kararlarını Tekrarlayan İhlalleri: Uluslararası Hukuka Yapısal Bir Aldırmazlık ve Sonuçları
İsrail Devleti'nin 1948'de kuruluşundan bu yana, yönetiminin öne çıkan ve zorlayıcı yönlerinden biri, uluslararası hukuka karşı yapısal ve sistematik bir aldırmazlık ile Birleşmiş Milletler kararlarını defalarca ihlal etmesi olmuştur. BM Şartı ve uluslararası hukuk sistemi, uluslararası ilişkilerde barış, güvenlik ve adaleti sağlamak üzere kurulmuşken, İsrail kendisini bu kuralların üzerinde görmüş ve ceza korkusu olmaksızın temel ilkelerini açıkça ihlal etmiştir. Bu makale, İsrail'in BM kararlarını ihlal etmesinin tarihini ve sonuçlarını analitik ve belgesel bir yaklaşımla incelemeyi, bu eğilimin Orta Doğu'daki krizi ve Filistin halkının bitmek bilmeyen acılarını nasıl sürdürdüğünü göstermeyi amaçlamaktadır.
1. Tarihsel Arka Plan ve İlk Kararlar: Bir Devletin Doğuşu ve Aldırmazlığın Başlangıcı
Filistin meselesi, BM'nin kuruluşundan itibaren bu uluslararası kuruluşun gündeminde yer almıştır. Kasım 1947'de BM Genel Kurulu, Filistin'i Arap ve Yahudi olmak üzere iki devlete bölen 181 sayılı Kararı kabul etti. Bu karar, Arap tarafınca reddedilse de, İsrail'in devlet olma iddiasının yasal temelini oluşturdu. Ancak, ilk meşruiyetini bir BM kararından alan bu devlet, daha en başından o karardaki diğer yükümlülüklere veya diğer uluslararası ilkelere uymayacağını gösterdi.
İhlal edilen ilk ve en önemli kararlardan biri, Filistinli mültecilerin evlerine ve mallarına geri dönme hakkını teyit eden Genel Kurul'un 194 sayılı Kararı (Aralık 1948) idi. "Geri Dönüş Hakkı" olarak bilinen bu karar, İsrail tarafından başından itibaren reddedildi ve milyonlarca Filistinliyi yerinden edilmiş ve evsiz bıraktı. Esasen İsrail, bir yandan kendi meşruiyetini BM kararlarına dayandırırken, diğer yandan ilk temelleri sağlamlaştığında, Filistinlilerin haklarını güvence altına alan bu kararları tamamen göz ardı etti. Bu ikili davranış biçimi, rejimin uluslararası hukuka yaklaşımının belirleyici özelliği haline geldi.
2. 1967 Savaşı ve Daha Kapsamlı İhlallerin Başlangıcı: İşgal ve İnkar
Haziran 1967'deki Altı Gün Savaşı, Orta Doğu krizi ve İsrail'in uluslararası hukukla ilişkisinde bir dönüm noktası oldu. İsrail, bu savaşta Batı Şeria, Gazze Şeridi, Golan Tepeleri (Suriye) ve Sina Yarımadası (Mısır) dahil olmak üzere geniş toprakları işgal etti. Bu askeri işgal, uluslararası toplumun hemen tepkisine yol açtı. Kasım 1967'de BM Güvenlik Konseyi, "son çatışmada işgal edilen topraklardan İsrail silahlı kuvvetlerinin çekilmesi" çağrısında bulunan 242 sayılı Kararı kabul etti. "Savaş yoluyla toprak elde etmenin kabul edilemezliği" ilkesini vurgulayan bu karar, Arap-İsrail çatışmasıyla ilgili uluslararası hukukun en önemli belgelerinden biridir. Ancak İsrail, bu kararı bugüne kadar tam olarak uygulamayı reddetmiş ve bu toprakların işgalini sürdürmüştür. Bu aldırmazlık, sadece 242 sayılı Kararı ihlal etmekle kalmayıp, aynı zamanda askeri işgalle ilgili geleneksel uluslararası hukuk ilkelerini de baltalamaktadır.
Yıllar sonra, Ekim 1973'te Güvenlik Konseyi, 242 sayılı Kararın acil olarak uygulanması ve adil ve kalıcı bir barış için müzakerelerin başlatılması gerektiğini vurgulayan 338 sayılı Kararı kabul etti. Buna rağmen İsrail, bir kez daha uluslararası toplumun ve uluslararası barış ve güvenliğin korunmasında ana organ olan Güvenlik Konseyi'nin iradesini tamamen hiçe saydığını gösterdi. Uluslararası toplumun kararları onaylaması ve İsrail'in bunları tamamen ve sistematik olarak göz ardı etmesi şeklindeki bu davranış biçimi, İsrail'in BM ve uluslararası hukuk sistemiyle ilişkisinin kalıcı bir özelliği haline geldi.
3. Yerleşim Yerleri İnşası ve Uluslararası Hukukun Açık İhlalleri: Toprakların Gizli İlhakı
1970'lerden itibaren İsrail, işgal altındaki Filistin topraklarında (Batı Şeria ve Doğu Kudüs) yerleşim yeri inşa politikalarını benzeri görülmemiş bir yoğunlukla sürdürdü. Toprak kamulaştırmayı, yerleşim yerleri inşa etmeyi ve İsrailli nüfusu bu bölgelere aktarmayı içeren bu politika, Dördüncü Cenevre Sözleşmesi (1949) ve çok sayıda BM kararıyla açıkça çelişmektedir. Dördüncü Cenevre Sözleşmesi'nin 49. maddesi açıkça belirtir ki, "İşgalci Güç, kendi sivil nüfusunun bir kısmını işgal ettiği topraklara sürgün edemez veya transfer edemez." Bu ilke, uluslararası insancıl hukukun temelini oluşturur ve ihlali bir savaş suçu teşkil eder.
Bu politikaya cevaben Birleşmiş Milletler, İsrail'in yerleşim faaliyetlerine karşı onlarca karar yayınlamıştır. Örneğin:
* Güvenlik Konseyi'nin 446 sayılı Kararı (1979): İsrail'in yerleşim politikasının hiçbir yasal geçerliliğe sahip olmadığını ve Orta Doğu'da kapsamlı, adil ve kalıcı bir barışa ulaşmanın önünde ciddi bir engel teşkil ettiğini ilan etti.
* Güvenlik Konseyi'nin 465 sayılı Kararı (1980): İsrail'den yerleşim yeri inşasını durdurmasını ve hatta mevcut yerleşim yerlerini sökmesini talep etti, işgal altındaki topraklardaki coğrafi, demografik ve yapısal özelliklerde yapılacak her türlü değişikliği geçersiz ve hükümsüz saydı.
* Güvenlik Konseyi'nin 471 sayılı Kararı (1980): İsrail'in Doğu Kudüs'teki politikalarını (Doğu Kudüs'ün ilhakı ve İsrail'in ebedi başkenti ilan edilmesi dahil) kınadı ve yasal geçerliliği olmadığını belirtti.
* Güvenlik Konseyi'nin 2334 sayılı Kararı (2016): Bu konuda en son ve önemli kararlardan biri olan bu karar, "İsrail'in 1967'den beri işgal altında tuttuğu Filistin topraklarında, Doğu Kudüs dahil olmak üzere, yerleşim birimleri kurmasının hiçbir yasal geçerliliği olmadığını" ve "uluslararası hukukun ağır bir ihlali olduğunu" yineledi.
Bu kararlara rağmen İsrail, bunları sadece göz ardı etmekle kalmayıp, yerleşim yeri inşaatını benzeri görülmemiş bir şekilde genişletti. Bugün Batı Şeria ve Doğu Kudüs'te 700.000'den fazla İsrailli yerleşimci yaşamaktadır. Bu durum, bağımsız ve bitişik bir Filistin devletinin kurulma olasılığını etkili bir şekilde yok etmiş ve iki devletli çözüm için aşılamaz zorluklar yaratmıştır.
4. Gazze Kuşatması ve İnsancıl Hukukun İhlalleri: Bir Ulusun Kolektif Cezalandırılması
2007'den bu yana İsrail, Gazze Şeridi'ne kapsamlı bir abluka uygulamıştır. Gıda, ilaç, yakıt, içme suyu, inşaat malzemeleri ve hatta insanların hareketine erişimi ciddi şekilde kısıtlayan bu abluka, uluslararası insancıl hukuk ilkeleri ve çok sayıda BM kararıyla açıkça çelişmektedir. 2,3 milyondan fazla nüfusa sahip Gazze, bu abluka nedeniyle "dünyanın en büyük açık hava hapishanesine" dönüşmüştür.
Güvenlik Konseyi ve Genel Kurul, bu kuşatmaya son verilmesi çağrısında bulunmuştur. İnsan hakları örgütleri ve BM özel raportörleri, bu ablukayı Dördüncü Cenevre Sözleşmesi'nin 33. maddesine göre yasak olan "kolektif cezalandırma" olarak nitelendirmektedir. BM İnsan Hakları Konseyi kararları, özellikle İsrail'in 2008-2009, 2014 ve 2023'teki Gazze saldırılarından sonra, bu eylemleri "uluslararası hukukun ağır ihlalleri" ve "olası savaş suçları" olarak defalarca kınamıştır.
Bu abluka, Gazze halkının günlük yaşamını felç etmiş, derin insani, sağlık ve ekonomik krizlere yol açmıştır. Temel altyapı tahrip edilmiş ve İsrail'in uyguladığı kısıtlamalar nedeniyle yeniden inşası neredeyse imkansızdır.
5. İnsan Hakları İhlalleri, Savaş Suçları ve Koruma Sorumluluğu: Felakete Karşı Sessizlik
Geçtiğimiz on yıllar boyunca İsrail, askeri operasyonlarında defalarca Filistinli sivilleri öldürmüştür. Bu eylemler, BM Şartı'nın 51. maddesi ve sivilleri doğrudan hedef almaktan koruyan, askeri ve sivil hedefler arasında ayrım ilkesini vurgulayan insancıl hukukun temel ilkelerini ihlal etmektedir. İnsan Hakları Konseyi ve BM Genel Kurulu'nda İsrail tarafından sivillerin öldürülmesi, altyapının tahrip edilmesi ve orantısız güç kullanılmasına karşı çok sayıda karar çıkarılmıştır. Ancak İsrail, bunları sürekli olarak göz ardı etmiş ve hesap vermeyi reddetmiştir.
Bu eylemlerin belirgin örnekleri şunlardır:
* Cenin mülteci kampına saldırı (2002): Yaygın yıkım ve sivil kayıplarla sonuçlandı.
* Gazze Savaşları (2008-2009, 2014 ve 2021): Bu saldırılar binlerce sivilin, aralarında çok sayıda çocuk ve kadının ölümü, evlerin ve altyapının kapsamlı bir şekilde tahrip edilmesi ve derin insani krizlerle sonuçlandı.
* 7 Ekim 2023 sonrası saldırılar: Hamas saldırısının ardından Gazze Şeridi'nin aralıksız bombardımanı, çoğu sivil olmak üzere 35.000'den fazla Filistinlinin ölümü ve Gazze nüfusunun %85'inden fazlasının yerinden edilmesiyle sonuçlandı. Bu operasyon, hastanelerin, okulların ve barınakların benzeri görülmemiş bir şekilde tahrip edilmesiyle birlikte gerçekleşti ve birçok hukuk uzmanı ve uluslararası kuruluş tarafından "savaş suçları," "insanlığa karşı suçlar" ve hatta "potansiyel soykırım" olarak incelenmiştir. Uluslararası Adalet Divanı (UAD) da Güney Afrika'nın İsrail'e karşı açtığı soykırım davasını kabul etmiş ve Gazze'deki Filistinlilerin korunması için geçici tedbirler almıştır.
Bu eylemler, Cenevre Sözleşmelerinin ortak 3. maddesi (silahlı çatışmalarda sivillerin korunması) ve uluslararası insancıl hukuk ile uluslararası insan hakları hukukunun diğer ilkelerini açıkça ihlal etmekte ve savaş suçları teşkil etmektedir.
6. Veto Hakkının Kullanımı ve Uluslararası Sistemdeki Kriz: İsrail Neden Cezalandırılmıyor?
İsrail'in BM kararlarını tekrar eden ihlallere karşı sürekli aldırmazlığının ve dokunulmazlığının ana nedenlerinden biri, Amerika Birleşik Devletleri'nin Güvenlik Konseyi'ndeki koşulsuz desteğidir. Son on yıllarda ABD, İsrail'e karşı bağlayıcı kararların kabulünü engellemek için Güvenlik Konseyi'nde 50'den fazla kez veto hakkını kullanmıştır. Bu vetolar, Güvenlik Konseyi'nin İsrail üzerinde baskı uygulamak veya eylemlerini açıkça kınamak için herhangi bir pratik adımını etkisiz hale getirmiştir. Bu durum, uluslararası barış ve güvenliğin garantörü olarak Güvenlik Konseyi'nin güvenilirliğini sarsmakla kalmayıp, İsrail'e de açık bir mesaj göndermiştir: "Uluslararası hukuku ihlal edebilirsiniz ve Washington'ın desteği sayesinde ciddi sonuçlarla karşılaşmazsınız." Bu destek, uluslararası sistemi tek bir devletin uluslararası hukukun açık ihlalleri karşısında çıkmaza sokmuş ve uluslararası adaletin uygulanmasında çifte standartları pekiştirmiştir.
7. İsrail'in Uluslararası Hukuka Aldırmazlığının Sonuçları: Küresel Düzeni Zayıflatmak
BM kararlarına karşı bu tekrarlayan ve sistematik aldırmazlık, geniş kapsamlı sonuçlar doğurmuştur:
* Sürekli İşgal ve Şiddetin Tırmanması: İsrail, Filistin topraklarını işgal etmeye, yerleşim yerlerini genişletmeye ve Filistinlilerin haklarını ihlal etmeye rahatça devam etmiş, bu durum bölgede bitmeyen bir şiddet ve istikrarsızlık döngüsüne yol açmıştır.
* Birleşmiş Milletlerin İtibarsızlaşması: Çok sayıda kararın uygulanmaması ve uluslararası toplumun iradesini uygulayamaması, BM'nin uluslararası barış ve güvenliğin garantörü olarak rolünü sorgulatmış ve karmaşık krizleri çözmedeki etkinliğini azaltmıştır.
* Filistin Halkının Sonsuz Acıları: Milyonlarca Filistinli, işgal, askeri kuşatma ve baskı altında yaşamaya devam etmektedir. Kendi kaderini tayin hakkı, geri dönüş hakkı ve diğer insan hakları gibi temel hakları sistematik olarak ihlal edilmektedir.
* Uluslararası Hukukun Zayıflaması: Bir devletin uluslararası hukuku açıkça ihlal etmesi ve bunun herhangi bir somut sonuç doğurmaması durumunda, devletlerin eşitliği ve hukukun üstünlüğü ilkelerine dayanan tüm uluslararası hukuk sistemi tehdit altına girer ve aşınır. Bu durum, diğer devletleri de uluslararası hukuku ihlal etmeye teşvik eder ve küresel düzensizlik riskini artırır.
* Uluslararası Toplumun Kutuplaşması: Bu mesele, uluslararası toplumda derin bir ayrılık yaratmıştır. Bir yandan birçok ülke ve uluslararası kuruluş İsrail'in eylemlerini kınarken, diğer yandan büyük güçler (özellikle ABD) destekleriyle her türlü pratik eylemi engellemektedir. Bu durum, uluslararası ilişkilerde güvensizliği ve istikrarsızlığı körüklemektedir.
8. Hukuki ve Etik Perspektif: Uluslararası Toplumun Sorumluluğu
Hukuki açıdan bakıldığında, İsrail, Güvenlik Konseyi'nin bağlayıcı kararlarını (BM Şartı'nın 25. maddesine göre tüm üyelere bağlayıcıdır) göz ardı ederek, sadece BM Şartı kapsamındaki yükümlülüklerini ihlal etmekle kalmamış, aynı zamanda geleneksel uluslararası hukukun temel ilkelerini de (zorla toprak elde etme yasağı, halkların kendi kaderini tayin hakkı ve insancıl hukuk ilkeleri gibi) çiğnemiştir. Uluslararası Adalet Divanı, 2004 tarihli danışma görüşünde, İsrail'in ayırma duvarı inşasını ve yerleşim birimlerini uluslararası hukuka aykırı bulmuştur.
Etik açıdan bakıldığında, milyonlarca insanın temel haklarının işgal ve ihlalinin devam etmesi, uluslararası toplumun vicdanında bir lekedir. Uluslararası hukukçular, "Koruma Sorumluluğu"nun (Responsibility to Protect - R2P) uluslararası topluma ait olduğunu ve insanlığa karşı açık suçlar karşısında sessiz kalınamayacağını defalarca vurgulamışlardır. Sessizlik, pratikte adaletsizliğin devamına ortak olmak anlamına gelir. Bu durum, uluslararası hukukun uygulama mekanizmalarını yeniden düşünmenin ve veto hakkının ölçüsüz kullanımını engellemenin aciliyetini bir kez daha ortaya koymaktadır.
Sonuç
İsrail'in Birleşmiş Milletler'e karşı davranışlarının tarihsel incelemesinden çıkan sonuç, rejimin BM kararlarını sürekli olarak "seçici" bir şekilde yorumladığı ve uyguladığıdır: meşruiyet aradığı yerlerde kararlara atıfta bulunurken, Filistin haklarını tanıyan veya İsrail'in eylemlerine kısıtlamalar getiren kararları göz ardı etmiştir. Bu ikili davranış ve sistematik aldırmazlık, sadece Filistin krizinin devamına ve şiddetlenmesine yol açmakla kalmamış, aynı zamanda uluslararası hukukun temel ilkelerini, Birleşmiş Milletlerin güvenilirliğini ve kural tabanlı küresel düzeni de tehdit etmiştir.
Uluslararası toplum, uluslararası sistemin güvenilirliğini korumak ve çöküşünü önlemek istiyorsa, İsrail'in tekrar eden ve açık ihlallerine karşı kararlı, birleşik ve pragmatik bir duruş sergilemelidir.
Bu tür eylemler şunları içerebilir:
1. Diplomatik ve Siyasi Baskı: Uluslararası platformlar, İsrail'in uluslararası hukuk ihlallerini sürekli ve yüksek sesle kınamalı ve kararlarının uygulanması için baskı yapmalıdır.
2. Hedefli Yaptırımlar: İsrail'e karşı hedefli ekonomik ve askeri yaptırımlar uygulamak, rejimi uluslararası hukuka uymaya zorlayacak bir araç olarak hizmet edebilir.
3. Uluslararası Mahkemelerde Yasal Takibat: İsrail tarafından işlenen savaş suçları ve insanlığa karşı suçların ele alınması için Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) ve Uluslararası Adalet Divanı'ndaki (UAD) adli süreçlerin etkinleştirilmesi ve desteklenmesi.
4. Güvenlik Konseyi Yapısının Reformu: Özellikle uluslararası hukukun ağır ihlalleri ve savaş suçlarıyla ilgili durumlarda veto hakkının sınırlandırılmasına yönelik ciddi tartışmalar, Güvenlik Konseyi'nin daha etkili olmasına katkıda bulunabilir.
5. Filistin Halkının Kendi Kaderini Tayin Hakkına Destek: Uluslararası toplum, 1967 sınırları içinde başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız ve tam egemen bir Filistin devletinin kurulmasını desteklemek ve mültecilerin geri dönüş hakkını garanti altına almak için tüm kapasitelerini kullanmalıdır.
Aksi takdirde, İsrail'in uluslararası hukuka karşı aldırmazlığı devam edecek ve dünya, adaletsizliğin bölgede ve küresel çapta daha derin insani trajedilere ve daha geniş istikrarsızlığa nasıl dönüştüğüne bir kez daha tanık olacaktır. Bu felaketi önleme konusundaki tarihi sorumluluk tüm hükümetlere ve milletlere aittir.